DOSYA HABER- DİLARA ADAK
İklim Kanunu, 2053 Net Sıfır Emisyon hedefiyle kamuoyuna çevre dostu bir dönüşüm olarak sunulsa da, içeriği bunun tam tersini söylüyor. Kanunla birlikte Türkiye’de ilk kez Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) kurulacak. Bu sistemle karbon salımı yapan şirketler, saldıkları gaz için bedel ödeyerek “kirletmeye devam etme hakkı” kazanacak.
Bu model, “kirleten öder” mantığıyla değil, “paran varsa doğayı kirlet” anlayışıyla şekilleniyor. Peki kimin parası var? Yabancı yatırımcının, karbon fonlarının ve büyük şirketlerin.
Sermaye kazanacak, toprak sahibi kaybedecek
TBMM’de kabul edilen ve yasalaşan İklim Kanunu, 2053 Net Sıfır Emisyon hedefini ve Yeşil Dönüşüm vizyonunu hukuk zemine taşıdı. Ancak eleştiriler azımsanacak gibi değil: Yasa, doğayı korumaktan çok karbon piyasası yaratmayı ve sermayeye yeni kazanç kapıları açmayı amaçlıyor. Üstelik bu dönüşümün faturası yine çiftçiye, üreticiye ve tüketiciye kesilecek.
Kanunun kamuoyuna sunulan maddeleri, ilk bakışta çevreci bir devrim gibi görünüyor. Tarım ve hayvancılığın korunmasından afetlere dirençli şehirlerin inşasına, yeşil enerji yatırımlarından su ve toprak yönetimine kadar kapsamlı hedefler sıralanıyor. Her ilde oluşturulacak İklim Koordinasyon Kurulları, erken uyarı sistemleri, eğitim müfredatına eklenecek iklim dersleri de yasayla hayata geçirilecek adımlar arasında.
Ancak yasadaki en kritik bölüm olan Emisyon Ticaret Sistemi (ETS), işte tam bu noktada devreye giriyor. Bu sistem sayesinde sanayi kuruluşları, saldıkları karbon miktarını para ödeyerek “telafi” edebilecek. Yani kirleten ödemeye devam ettiği sürece kirletmeye de devam edebilecek.
Sözde çevreci dönüşümün temelinde, karbon salımına bir bedel biçmek var. Ancak bu bedelin yükü, yalnızca büyük şirketler tarafından değil, dolaylı olarak çiftçi ve küçük üretici tarafından da taşınacak. Çünkü üretim maliyetleri artacak, tedarik zinciri baskılanacak, yeşil etiketler piyasaya hakim oldukça geleneksel üreticiler rekabet dışı kalacak.
Sera gazı raporunu zamanında teslim etmeyen firmalara 500 bin ila 5 milyon TL arasında ceza kesilecek. Bu büyük sanayi tesisleri için tolere edilebilir bir ceza olsa da, küçük ve orta ölçekli üreticiler için iflası getirebilir. Aynı şekilde florlu gaz düzenlemeleriyle soğutma ve depolama sistemlerinde dönüşüm yapılması zorunluluğu, özellikle kırsaldaki işletmeleri zorlayacak.
Yasa çiftçiye değil, karbon simsarlarına hizmet ediyor
Kanunun “Yeşil Taksonomi” ve “Sınırda Karbon Düzenlemesi” gibi maddeleri, Avrupa Birliği’yle ticari uyumu güçlendirmeyi amaçlıyor. Ama asıl kazanan AB değil, Türkiye’de oluşacak karbon piyasasında pozisyon alan sermayedarlar olacak.
Yasayla birlikte yeni bir piyasa doğuyor. Karbon sertifikaları alınıp satılacak, projeler emisyon azaltım potansiyeline göre değerlendirilecek, kredi veren bankalar ve fonlar, bu sertifikalara göre yatırım yapacak. Peki çiftçi? Ona düşen, yine izlemek. Çünkü karbon sertifikası satacak ne altyapısı var, ne danışmanı, ne pazarlama ağı.
Öyle ki, üretimden çok “az kirletmeye” teşvik edilen bir ekonomi modeli öneriliyor. Ancak bu model, üretim ekonomisini zayıflatıyor, yerli sanayiyi baskılıyor ve tarımı kıyıya itiyor. Sonuç? Toprak sahibi daha az kazanıyor, karbon sahibi daha çok.
Toprağın değeri karbonla ölçülürse, sahibi yabancı olur
Yeni yasa, karbon salımı yapan üreticilerden ücret alınmasını öngörüyor. Yani çiftçi, traktörünü çalıştırdığında, sera kurduğunda, hayvan gübresiyle üretim yaptığında bile potansiyel karbon salımı nedeniyle maliyetle karşı karşıya kalacak. Kısacası, çiftçiye karbon faturası çıkıyor.
Üretici bu maliyeti karşılayamayacaksa ne yapacak? Ya üretimden vazgeçecek ya da toprağını elden çıkaracak. Bu noktada en çok kazanan kesim, satın alma gücü olan yerli ve yabancı sermaye olacak.
Son yıllarda Bill Gates’in Türkiye’de tarım arazisi satın aldığı iddiaları kamuoyunda sıkça yer buldu. Konya, Şanlıurfa, Eskişehir gibi verimli bölgelerde toprak topladığı iddia edilen Gates, yalnız değil. Pek çok yabancı fon, karbon ticareti ve gıda krizi beklentisiyle dünya genelinde toprak satın alıyor.
Türkiye bu sürece kendi eliyle zemin hazırlıyor. Tarım politikalarıyla üretici desteklenmeyince toprak el değiştiriyor. Şimdi de karbon piyasasıyla birlikte bu araziler, yatırımcının “karbon yutak alanı” olarak değer kazanıyor. Yani çiftçinin 3 kuşaktır ektiği toprak, bir fon yöneticisinin yatırım aracına dönüşüyor.
Yerli sanayi için de durum farklı değil. Enerji yoğun sektörler, çimento, demir-çelik, tekstil gibi alanlarda üreticiler ya yüksek karbon bedelleri ödeyecek ya da Avrupa’ya ihracatlarını kaybedecek. Bu da artan üretim maliyetleri, yükselen tüketici fiyatları ve azalan rekabet gücü anlamına geliyor.
Tarım, enerji ve sanayi üçgeninde bu yasa; küçük üreticiye yük, büyük sermayeye fırsat yaratıyor. Ekonomi çevreci kılığa bürünmüş yeni bir rant sistemine teslim ediliyor.
Paris Anlaşması geç, iklim yasası erken uygulandı
Hükümet yetkilileri yasanın, Avrupa Birliği’nin Karbon Sınır Düzenleme Mekanizması (CBAM) kapsamında ihracat yapan firmaların rekabetçiliğini korumaya yönelik olduğunu açıkça ifade ediyor. Ancak bu da, çevresel bir motivasyon değil, tamamen ticari bir uyum çabası olduğunu gösteriyor.
Üstelik Türkiye, 2015’te imzalanan Paris İklim Anlaşması’nı ancak 2021 yılında onayladı. O tarihte bile iklim kriziyle mücadeleden çok dış yatırım çekme amacı öne çıkmıştı. Hala anlaşmayı onaylamayan birkaç ülke kalmışken (ABD, Çİn, Eritre, Libya, Yemen, İran), Türkiye geç onaylamasına rağmen hızla kanunlaştırmaya gitti. Neden mi? Çünkü AB ile ticaretin devamı, doğadan daha öncelikli.
Gıda güvenliği tehlikede, kırsal üretim riske giriyor
İklim Yasası, tarımı ve hayvancılığı desteklediğini öne sürse de, organik ve sürdürülebilir üretim gibi tanımlar yalnızca temenniden ibaret. Emisyon ticaretiyle kurulan yeni düzen, daha az salım yapan projelere öncelik tanıyacak. Geleneksel üretim, organik tarım ve küçükbaş hayvancılık gibi alanlar bu sistemde dezavantajlı olacak.
Ayrıca yükselen maliyetler nedeniyle girdi fiyatları artacak, bu da ürün fiyatlarına yansıyacak. Gıda enflasyonu tetiklenecek. Türkiye gibi ithalata dayalı bir tarım ekonomisinde bu sistem, halkın sofrasına daha pahalı, daha az sağlıklı ve daha az erişilebilir gıda anlamına geliyor.
Doğayı değil düzeni yeşillendiren bir yasa
İklim Yasası, doğanın değil, piyasanın lehine işler bir düzenleme olarak karşımızda duruyor. Afetlere dirençli şehir söylemi, karbonla ölçülen toprak değerleri, yeşil iş gücü hedefleri kulağa hoş geliyor olabilir. Ama sahadaki gerçek şu: Toprak, su, hava artık birer yatırım aracı. Ve bu yatırımın kazananı çiftçi değil, fon yöneticisi olacak.