
BEKLENEN GEMİ: KAMU ÇERÇEVE PROTOKOLÜ!

Geçtiğimiz günlerde konfederasyon yetkilileri bir kez daha TÜHİS’te bir araya gelerek çaylarını içip, basın açıklamalarını yapıp dağıldı. Bu yıl içerisinde gerçekleşen 4. toplantıdan da bir sonuç çıkmadı.
Bu toplantıdan da çıkmayan sonuçla birlikte kamu işçileri, geçimlerini 2024 yılı Aralık ayında aldıkları ücret seviyesi ile idame ettirmeye devam ediyor.
Bu yazımda siz değerli okuyuculara kısaca; kamu çerçeve protokolünün ortaya çıkışı, uygulanma yöntemi ve getirdiği hak kayıplarından bahsedeceğim. Keyifli okumalar dilerim.
Kamu Çerçeve Protokolü’nün ilk ortaya çıkışı 1989 yılına dayanmaktadır. 1989 yılında imzalanan ilk protokolün hukuki bir yaptırımı olmayıp, gönüllülük esasına göre 2015 yılına kadar ilerlemiştir. Olağanüstü Hal kapsamında yapılan düzenlemeyle protokol, 20/11/2017 tarihli ve 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 136. maddesi uyarınca toplu iş sözleşmesi hükmünde kabul edilmiş; bu maddenin 2/1/2018 tarihinde yürürlüğe girmesi ve daha sonra bu hükmün 1/2/2018 tarihli ve 7079 sayılı Kanun’un 124. maddesiyle aynen kabul edilmesiyle kanunlaşmıştır.
Bu durum sonrası, protokolün gönüllülük esasına bağlı tercih edilmesi yerini, hukuki olarak bağlayıcı olmasına bırakmıştır.
Oluşan hukuki zorunluluk sonrası, 2 senede bir işçi konfederasyonları ve TÜHİS bir araya gelerek anlaşmaya çalışmaktadır.
Peki, bu anlaşma sonucu ortaya çıkan protokol gerçekten masanın iki tarafı olan konfederasyonların da ortak uzlaşısı mı? Ayrı bir merak konusudur. Hal böyleyken ortaya çıkan protokolün taban-tavan uygulamalarına bağlı olarak ortaya çıkarılan toplu iş sözleşmeleri ne kadar özgün ve bağımsızdır? Sendikaları temsilen masaya oturan konfederasyon yetkililerinin hangileri yetkindir veya protokole etki edebilme kabiliyetine sahiptir? Veya bağımsız sendikaların temsili nasıl mümkündür? gibi birden çok soru ve sorun, Kamu Çerçeve Protokolü’nün başından beri bulunmakta ve çözümüne ilişkin bir çalışma da şu an için gözükmemektedir.
Kamu Çerçeve Protokolü ile alakalı yukarıda sıraladığım soruların temelinde aslında büyük sorunlar yatmaktadır. Kısaca bazı sorunları detaylandırmak isterim:
Protokolde tavan ücret uygulanmaktadır. Yani protokol, “Sözleşmeleriniz şu ücretten fazla olamaz.” der. İyi de tüm kamu kurumlarının gelir-gider dengesi, personelin iş güçlülüğü aynı mıdır? Hadi bunları da geçelim; bu uygulama, masaya oturan sendikalara daha toplantı başlamadan ücretin nereye kadar çıkabileceğini çiziyor.
Bu durumda nerede kaldı toplu pazarlık hakkına bağlı olarak özgür ve bağımsız toplu iş sözleşmeleri? Ayrıca toplantı görüşmelerine katılım hakkı sadece konfederasyonlarla sınırlandırılıp, şeffaf olmayan toplantıların olması alt sendikalara büyük problem çıkarmakta ve “Yukarıda ne karar alınırsa o.” algısını güçlendirmektedir.
Haliyle ilgili alt sendika üyeleri de sendikalarının durumlarını sorgulamaktadır. Bu gelişmeler, sendikal hak ve özgürlükleri zedeleyici gelişmelerdir. Bağımsız sendikaların da toplantılarda bulunmasının, fikrini ifade etmesi halinde konfor alanını kaybetme korkusu yaşayan konfederasyonlardan daha faydalı olacağına inanmaktayım.
Bağımsız sendikaların toplantılarda bulunması hem kamu yararı hem demokrasimiz için rasyonel olandır. Protokolün, konfederasyonların kaygılı yöneticilerinin kararına bırakılması doğrudan 600 bin kamu işçisini etkilemektedir. Mevcut şartlarda bu vebalin sorumluluğunu alacak kapasitede yetkin kişiler ne yazık ki görememekteyim.
Sanki enflasyonist bir konjonktürde değilmişiz gibi, protokolün karara bağlanması da ayları bulmaktadır. Kamu işçisinin ücret kaybı, imzadan sonra alacağı toplu ücretin enflasyona karşı erimesi, iki senede bir olağan bir durummuş gibi gerçekleşmektedir.
Tüm bu sorunların gölgesinde gerçekleşen 4. toplantıdan da yine bir sonuç alınamadı. Şairin dediği gibi: ‘Bir gün gelir belki beklenen gemi…’