"Haberin İşçisi"
İstanbul
Açık
14°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
39,3260 %0.4
44,8951 %-0.07
4.257,36 % 0,24
4.111.527 %-0.285

ORTA DİREK

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
ORTA DİREK

                   “Oğlum kalk hadi, karne günü bugün.” 

                    Biliyordu, zekiydi. Çalışsa yapardı. Lise hayatı boyunca sınıfını amiyane tabirle öğretmenlerinin tekmeleriyle geçmişti. Yine öyle bir sene sonuydu. Ligin orta sıralarına demir atmış, uzun yıllar ligi iki aşağı iki yukarı hep aynı sıralarda bitiren bir Anadolu takımı gibiydi. Her sene sınıfı geçecek kadar notlar alırdı. Hayatı boyunca ne takdir ne de teşekkür alabilmişti. Öyle kötü alışkanlıkları yoktu. Gerçi bir iki kere teşekkürün kapısından dönmüşlüğü vardı fakat nihayetinde yine alamamıştı.

                    Ahmet gibi öğrencilerin sonu aslında daha başından belliydi. Boşa kürek çekmeye ne hacetti? Bugün neyse yarın da öyle olacaktı. Ya düz memur olacaklardı ya da özel şirkette alt kademe bir emir kulu. Modern bir köle. Asla hayallerinin peşinden gidemeyeceklerdi. Kendi yağlarında kavrulacaklardı.

                   Üniversite hayatı da çok farklı olmayacaktı. Hiçbir zaman güzel kızları sevemeyecekti mesela. Haddine değildi. Güzel kızlar ilgi beklerdi, güzel yaşantı düşlerdi, gezmek isterdi. Olmazdı. Ufuk açıcı yurt dışı tatilleri hayâlden öteye gidemeyecekti. Her zaman planlar yapacak, hiçbir zaman bu planları gerçekleştiremeyecekti ve olmamak üzere diğer onlarcası gibi geleceğe erteleyecekti. Umutla…

                  “Tamam anne, birazdan gideceğim. Kahvaltı yapmayacağım.” dedi Ahmet hissiz. Birkaç parça ekmek, biraz peynir, biraz da zeytin. O da biliyordu portakal suyunun kahvaltıyı zenginleştirdiği gibi kendini zenginleştirmeyeceğini. Portakalı sıkıp sofraya koyunca dünya güllük gülistanlık olmayacaktı. İçimizden düşündüklerimiz de dünyaya dahildi. Ne kadar söylemeye cesaret edemesek de… İçindeki depremler her geçen gün daha da şiddetlenecekti. Ömrümüzü bir hiç uğruna tüketiyor, gelmeyecek yarınlardan umut bekliyoruz diye düşündü. Sonra ne hikmetse aklına Gonçarov’un Oblomov’u geldi. Bu ahvalde yapabilecek bir şey yoktu. Oyunun kaderi böyleydi. Ya bize biçilen rolü layıkıyla yerine getirecektik -ki bu ne denli başarılabilirdi?- ya da pes edip kendi ellerimizle bu oyuna bir son verecektik.

                  “Ahmet”

                 “Buradayım hocam”

                 “Oğlum biraz daha gayretli olmalısın.”

                 Gayret? Orta direk ve gayret. Bu eşyanın tabiatına aykırı be hocam diyemedi, içinden geçirdi. 

                 “Sınıfı geçmişsin ama düz geçmişsin, belge alamamışsın.” 

                  Biliyordu hocası, biliyordu. Karnesi de hayatı gibi ortadaydı. 

                “Umarım üniversite sınavına iyi çalışmışsındır, biliyorsun kolay değil bu işler.”

                  Çalıştım hocam, çalıştım. Öyle çalıştım ki ülkede aç insan kalmadı. Öyle çalıştım ki bir daha çocuklara tecavüz edip onları öldürmeyecek koca koca adamlar. Öyle çalıştım ki bir daha halkı kandıramayacak siyasetçiler. Öyle çalıştım ki bütün yaralara merhem bulundu. Öyle çalıştım ki tüm ülke refaha erdi dedi yine içinden. Dışından, “Hayırlısı hocam.” derken.

                   Bundan sonra ne mi olacaktı? Önce kendi gibi orta direk bir üniversiteye gidecek, bu üniversite başka şehirde olacak, sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, İstanbul’a puanı yetmezdi. Lisede neden eşit ağırlığı seçtiyse yine aynı nedenden üniversitede İşletme’yi seçecekti. Üniversiteye girdikten iki sene sonra oraya ait olmadığını, aslında başka bölüm -edebiyat, felsefe, konservatuvar gibi- okuması gerektiğini düşünecek fakat bu fikri kimseye açamadan içine atacaktı. İki seneyi boşuna mı okumuştu? Kalan iki seneyi de okuyup okulu bitirecekti. Okul bittikten sonra büyük bir boşluğa düşecekti. Ya askere gidecekti ya da KPSS’ye sarılacaktı. KPSS’yi yeğleyip bir sene sonra dayı yetmezliğinden pes diyecekti. Üniversitenin hayatındaki yegâne faydasını görecek, on iki ay yerine altı ay “Emret komutanım!” diyecekti. Askerde de mezun olduğu bölüme göre bir iş yapacaktı. İşletme mezunu olduğu için kantinci olacaktı. Mühendislik mezunu olsaydı er gazinosundaki televizyonun kumandasından sorumlu olacaktı. Aksi bir durumla karşılaşırsa, kanal kavgası yapan askerler gibi, derhal hadiseyi çözüme kavuşturacaktı. Bereket mühendis değildi. Sayılı zaman çabuk geçermiş, ömür gibi, altı ay çabucak geçecek, askerlik bitecekti. Belli bir zaman aylak aylak gezecek sonra şanslıysa özel bir şirkette muhasebeci olarak işe başlayacaktı. Birkaç sene sonra aşkı üniversitede -Platon’a saygı duyarak- bıraktığı için mantığıyla, aslında aile ve toplum mantığıyla hareket edip evlenecekti. Öyle ya askerliğini yapıp işe girmiş bir erkek hangi akla hizmet bekar durabilirdi? Komşunun helal süt emmiş yeğeni ne güne duruyordu? Çoluk çocuk, ev borcu, araba borcu, emeklilik, pamuk ve kapanış.

                     “Oğlum şu perdeleri takıver, britler salondaki masanın üzerinde. Sabahtan beri anam ağladı. Bitmiyor bu evin işleri, bitmiyor.” 

                      Artık alışılagelmiş bir hadiseydi bu. Önce yapılacak iş söylenir, sonrasında ise ufak bir duygu sömürüsüyle karşı tarafın olası olumsuz cümleleri bertaraf edilirdi. Korkulurdu şu annelerden doğrusu. İnsan yönetme konusunda değme yöneticilere taş çıkarırlardı. 

                     “Takayım anne.” Neden takmasındı? 

                     “Karnen nasıl oğlum?” 

                      “Konyaspor.”

                      “Ne, anlamadım?”

                      “Batı cephesinde yeni bir şey yok diyorum anne, her zamanki gibi.”

                      “Akşam baban gelince ona ne söyleyeceğiz oğlum?” dedi annesi. Çözmek annelerin işiydi fakat kolay yoldan ekmek yoktu, biraz vicdan azabı çekmeliydi. Son kurşunlarını sıkmamıştı henüz annesi, sıktı, 

                      “Niye böylesin sen? Saçımı süpürge ettim sen oku diye. Yemedim yedirdim, içmedim içirdim. Allah’ım sen bana sabır ver.” 

                       Söylenecek her şeyi ama her şeyi söylemişti annesi. Baba kozu, çocuğun haline sövgü ve altın vuruş, duygu sömürüsü. Sonunda da sabra bağlamıştı. Tevekkeli değildi sabrın sonunun selamet olması. 

                      “Bilmiyorum be anne. Bir şeyler eksik ve ben bunu çözemiyorum. Yerine başka bir parça da koyamıyorum. Uyuşmuyor. Ama ben sana bundan sonra ne olacak söyleyeyim. Orta direk bir üniversiteye gireceğim, şehir dışı ol....”

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *