"Haberin İşçisi"
İstanbul
Açık
13°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
38,5992 %0.33
43,6545 %0.2
4.018,80 % 0,37
3.717.675 %-0.444

YİTİK ZAMAN

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
YİTİK ZAMAN

“Kolay şey değildir mutluluk, kendimizde bulmak çok zor, başka yerde bulmak imkansızdır.” - Nicolas Chamfort

                   Üzerimde hayatımın kitabını henüz okumuş olmanın ve aynı zamanda onu bir daha bu şevkle okuyamayacak olmanın burukluğu var. Bu gailenin evimin karamsarlığıyla harmanlanıp çok daha kötü sonuçlar doğurmadan bertaraf edilmesi gerekiyor. Kapı eşiğinden atmak üzere olduğum adımlar ne dışarı çıkmak isteğini ne de geri girmek isteğini hissettiriyorlar bana, bir bilinmezlik hali içerisinde, eprimiş kıyafetlerime bakıyorum, aynaya bakmaya imtina ettirecek kadar kötü durumdalar fakat fiziksellikte ve maddede mana aramayan benliğimin bu manzara karşısında bir reaksiyon göstermesini beklemek ziyadesiyle haksızlık olur. Öyle ya da böyle, atıyorum adımlarımı eşikten umarsızca, sonucunu düşünmeden; nereye gideceğime ve ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim yok, ayaklarım beynimden rol çalıyor bugün, geçmişteki meçhul günlerin aksine, tek tesellim nereye gidecek olursam olayım sigara ve çay içebilecek olmam. Keşke bu konuda inanılmaz geniş bir alana sahip olan mukaddes ülkem, aynı cömertliği düşüncelerimi ve davranışlarımı saklayabilecek yerler hususunda da gösterebilseydi, gösterebilseydi de tebdil-i mekândaki ferahlığı bulabilseydim. İşte şimdi Galata Köprüsü'nü aheste aheste geçiyorum, gün ışığının yüzünü göstermek konusunda bir Anadolu kadınından farksız olmasını Tanrı’nın evrene hüznün yitik sırrını yayması olarak yorumluyor ve etrafıma bakıyorum. Köprünün üzerinde geç kalınmış sabahları yeniden yakalamak için olta atan birkaç balıkçıdan başka bir şey göremiyorum, geçmiş zamanı yakalayamıyorlar, onun yerine istavrit ve çinekop vuruyor çaparilerine, belki de niyetleri yalnızca bu balıkları tutmak, geçmiş ise yalnızca benim hüsnükuruntum, bilemiyorum. Ayaklarım önce karşıya geçip bir çırpıda tünele varmak istiyor, sonra vazgeçip Kamondo Merdivenleri'ne doğru seyir değiştiriyor, sonra ondan da vazgeçip saat üç yönüne, Kabataş'a doğru dümen çeviriyor, ayaklarımın da beynimden farkı olmadığını şimdi anlıyorum, onların da karar verme mekanizmam gibi ne yaptıklarına dair en ufak bir fikirleri yok, bu bir çeşit Demoklesvari yetki zehirlenmesi, diye düşünüyorum, yönetenlerden ve yönetilenlerden oluşan bir toplulukta yönetilenler her zaman yönetenlerin yönetiş tarzını eleştirirler, fakat gün gelip devran dönünce; yönetilenler yöneten, yönetenler de yönetilen olunca, vakti zamanında eleştirdikleri ne varsa aynılarını kendileri de yaparlar.

                    Düşüncelerle devam ettiğim yolda bir zaman sonra yorulduğumu hissediyorum, sanırım ayaklarımın çaldığı rolün ufak bir araya ihtiyacı var, çünkü onlar hiçbir zaman acıktığımı hissedecek durumda olamayacaklar. Bu düşüncelerle Kabataş’a doğru ilerlerken Tophane durağının karşısında, Karaköy'e gidiş tarafında bir esnaf lokantası gözüme çarpıyor, açlığımı gidermek hayatımdaki belirsizlikler için de bir reklam arası olur diye düşünerek içeri giriyorum. “Bakar mısınız?”, “Buyur abi, ne vereyim sana?”, “Mercimek çorbası alabilir miyim?”, “Hemen getiriyorum abime.” Esnaf lokantalarındaki samimiyeti düşünüyorum tam bu anda, entelektüel bir tartışma yapamadığın, lakin diğer taraftan ne derdin olsa koşacak kapı komşularını hatırlatıyorlar bana, düşüncemin kıvrımlarımda bir dilemma olarak kalıyor bu hatırlayış... Siparişim önüme geldikten sonra çorbamdan bir yudum alıyorum ve kafamı yukarı doğru kaldırıp karşıma bakıyorum, kafamı kaldırmamla üç masa ilerimdeki adamı görmem bir oluyor, mekânın sakin olması ekmeğime yağ sürüyor, görüşümü kolaylaştırıyor. Kırklı yaşların sonlarında, gayet şık giyimli, sinek kaydı tıraşlı, uzun boylu bir adam. Gözlerimi kaçırmaksızın ona bakıyorum, utanç ile ilk göz göze geliş anından hemen sonra yere inen tesadüfi bakışlardan değil bu, benim ona baktığım gibi o da bana bakıyor, böylelikle eylem işteş bir hâl alıyor. Eylem tekillikten çoğulluğa evrildikten sonra içim onulmaz bir hastalığa yakalanmış gibi onun hikâyesini öğrenme isteğiyle doluyor. Çorbamdan üçüncü kaşığı alıp ağzıma doğru götürürken masasından kalkıp Karaköy tarafına doğru yürüdüğünü görüyorum, dudaklarımı peçeteyle alelacele silip masaya çorbanın ücretini bırakıyor, sendeleyerek yerimden kalkıyorum. Bana bilinmez diyarları tekrardan sorgulatan ve aynı zamanda bilinmez diyarların anahtarlarını sunan bu adam, acaba şimdi ne yapacak, diye düşünüyorum dalgın bir şekilde elimi kapının koluna uzatırken. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyorum, ama kendini -sanki buna mecburmuş gibi- bana anlatmasını istiyorum. Gayet bencil ve hadsiz bir istek bu, farkındayım. Bu haksız talep aklıma düşünce kendime, yeryüzünde bencil ve hadsiz olmayan bir varlık var mı, sorusunu yöneltiyorum, cevaptan adım gibi eminim, bu eminliği hadsizliğimi haklı göstersin diye kullanıyor, bundan gocunmuyor ve kendimi avutuyorum, temkini elden bırakmadan onu takip ederken. 

                    Aslında meraklı bir insan olduğum söylenemezdi, bilakis, çoğu şeye karşı meraksızdım, ülke toprakları içerisinde ne olup bittiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu, ne gazete okurdum ne de televizyon izlerdim. Ne olmuştu, nasıl olmuştu bilmiyordum ama bu tuhaf adamın hayatını merak ediyordum. İşte şimdi Kamondo Merdivenleri'ne doğru yürüyordu, biraz önce buraya ayaklarımın emriyle gelmiş yine aynı ayaklarımın emriyle yolumu değiştirmiştim, şimdi ise tanımadığım bir adamın emriyle gelmiştim ve o ne derse emre itaatsizlik etmeyi aklından bile geçirmeyen –eylemin sonuçlarını düşünürsek; geçiremeyen- kadirşinas bir er gibi uygulayacaktım. Kafasını düşürdüğü bir şeyini arıyormuş gibi yere çevirmişti, fakat etrafına değil de yalnızca önündeki bir noktaya baktığını görünce bu düşüncemi hemen savuşturdum, hiçbir şeye ve hiçbir yere acelesi yokmuş gibi, merdivenleri ağır aksak adımlarla tırmanıyordu, onun bu ağır hareketleri normal yaşantımda koşar adım yürüdüğümden beni afallatmıştı, fakat içinde bulunduğum, aslında bulunmak zorunda kaldığım ulvi görevin bilincinden dolayı bunda bir sakınca görmüyordum, emelime ulaşana kadar içinde bulunduğum kabın şeklini alabilirdim, sonrasında ne de olsa kabın kendisi yine ben olacaktım. Sen Jorj Hastanesi'ni ardımda bırakıp Galata Kulesi'ne doğru ilerlerken bebeklerin anne sütüne, çiçeklerin suya duyduğu ihtiyaç gibi, ben de nikotine ihtiyaç duydum, ceketimin sol iç cebinden sigaramı ve çakmağımı çıkarttım ve tek hamlede buluşturdum kadim dostları...

                    İşte şimdi, iflah olmaz bir inançla, adını sanını bilmediğim bir adamın peşinde, bundan yıllar yıllar önce Hezarfen'in mahvına sebep olan Galata Kulesi'nin altındaydım. Sabreden dervişin muradına ermesini beklemek içinde bulunduğum durumda pek kolay gözükmüyordu, bir an önce harekete geçip onunla konuşmalı, hayatına dair bir şeyler öğrenmeliyim, diye düşünüyordum, merak Yusuf’un düştüğü kuyuydu, insaniyet namına Yusuf’a elimi uzatmalıydım. Tünel’deki Şah Kulu Camii’ni geçer geçmez uzattım: “Afedersiniz,” beklemediğiniz bir anda arkanızdan biri gelip muhatabının siz olduğunuz bir şeyler söylerse irkilirsiniz, irkildi, “rahatsız ediyorum, kusura bakmayın, size biraz tuhaf gelebilir bu isteğim, şayet vaktiniz varsa biraz konuşabilir miyiz?” Yüzünde herhangi bir merak ifadesi yoktu, ya söyleyeceklerimi umursamıyordu ya da anlayamadığım başka bir şey vardı. Konuştu: “Ne öğrenmek istiyorsun? Beni tanımak, içinde bulunduğum ruh halini, tavrımı, mimiklerimi, yüzümden dışarı yansıyan hüznü ve huzursuzluğu mu öğrenmek istiyorsun?” Afallamıştım: “Ama, ama siz bunları nereden biliyorsunuz?” diyebildim gayriihtiyari, o ise aynı tondan devam etti: “Sadece onları değil, adının Hikmet olduğunu, anneni ve babanı elim bir trafik kazasında kaybettiğini, yalnız yaşadığını, hiçbir zaman âşık olmadığını, merdümgiriz olduğunu, hayattan bir beklentin olmadığını ve en önemlisi hayatını kitaplara adadığını da biliyorum,” Aklım almıyordu, nasıl oluyordu da benimle ilgili bu kadar şey bilebiliyordu. Hayret içerisinde: “Siz, siz bunları nereden biliyorsunuz?” dedim, o ise bir makineymişçesine yine aynı tondan devam etti: “Biliyorum, biliyorum çünkü ben ‘sen’im, sen de ‘ben’sin.” Ufak bir sessizlik oldu, ağzımı açma cesareti gösteremedim, devam etti, “Aynaya ne zamandır bakmıyorsun?”, hayret, hayretlere evrildi: “Efendim, anlayamadım, ayna mı dediniz?” Yan tarafımızdaki boş mağazanın kirli camlarına doğru çevirdi kafasını, bana dönüp benim de oraya bakmam için bir kafa işareti yaptı, döndüm, baktım. “Dikkatli bak!” dedi. Ama bu, bu nasıl olabiliyordu? Onca zaman takip ettiğim, yüz ifadesine binbir anlam yüklediğim adam kendimdim. Yüzümün nasıl göründüğünü unutmuştum. Sahi, en son ne zaman aynaya kendimi görmek için pürdikkat bakmıştım? “On yıl sonra nasıl göründüğünü öğrenmiş oldun. Bazı insanlar ne yaparlarsa yapsınlar mutlu olamazlar, karakterlerinden dolayı toplumun büyük bir çoğunluğunun taktığı mutlu yüz maskesini de takamazlar, bir Jung ifadesiyle, ‘persona’ olamazlar. Rol yapmadıkları için de ötekileştikleriyle kalırlar. Şunu unutma, dünya bir emrivakiler bütünü, nasıl ki doğmak senin elinde değilse ölmek de senin elinde değil. Beden ölçülerin alınmış ve bir yaşamak kefeni biçilmiş sana, mecbur, yaşayacaksın. Milyarlarca insan gibi sen de yazgının bir kölesisin, o ne isterse o oldu, oluyor, olacak. Goethe yazabilmek için altmış yılını vakfettiği Faust’ta boşuna söyletmemişti şu sözleri Mefistofeles’e: ‘Sürekli inkâr eden ruhum ben! Haklıyım aslında: çünkü yaratılan her şey, mahkûmdur yok olmaya; onun için daha iyi olurdu hiçbir şey yaratılmamış olsaydı eğer.’” dedi ve birden gözden kayboldu. Etrafıma bakındım, bu kadar kısa sürede gözden kaybolmasına imkân yoktu. Hemen kendimi toparladım, nerede okuduğumu hatırlayamadığım bir yazı geldi aklıma, “katiller olay mahalline mutlaka geri dönerler”.

                    Biraz önce karşılıklı yemek yediğimiz lokantaya doğru var gücümle koştum. Lokantanın önüne vardığımda kan ter içinde kalmıştım, ama önemli değildi, cevabını öğrenmek istediğim birçok soru vardı, bunun için her şeye değerdi. Yaklaşık bir saat önce oturduğum masaya oturdum. Yemek yiyecek durumda değildim lakin garsonların “kendimi” ararken beni rahatsız etmelerini de istemiyordum, bir el hareketiyle garsonu çağırdım ve günün çorbasını sipariş ettim. Kafamı kaldırdım ve mutlak bir inançla onu ilk defa gördüğüm masaya doğru baktım. Önümdeki iki masa boştu, üçüncü masaya baktığımda yine onu gördüm. Fakat bu sefer yüzü sinek kaydı tıraşlı değildi, giyimi de şık değildi. O sırada sol tarafımdan bir elinde gazete kâğıdı, bir elinde de fısfıs olan bir garsonun ona doğru yürüdüğünü ayrımsadım. Garson tam ortamızda durdu. Elindeki fısfısı karşısına doğrulttu ve sıktı, şimdi onu göremiyordum, her şey bulanıklaşmıştı. Garson elindeki gazete kâğıdını buruşturdu ve fısfısı sıktığı yerin üzerinde dairesel hareketlerle gezdirdi. Gözlerim onu tekrardan ayan beyan görür oldu. Boğulacak gibi oldum. Cebimden çıkarttığım parayı masanın üzerine fırlattım ve doğruca dışarı çıktım. Kadim dostları tekrardan buluşturdum. İstediğim olmuş, onu tanımıştım, fakat şimdi kendimi tanıyamıyordum; bilinmez daha bilinmez olmuştu. Esrik adımlarla Galata Köprüsü'ne doğru yürüdüm, köprünün üzerinde birkaç saat önce gördüğüm balıkçıları ayrımsadım, tutacakları balıkları zapt etmek için hazırda beklettikleri giyotin kovaları boştu, gözümü oltalara ve oltaların uçlarından aşağı doğru sarkan çaparilere çevirdim, bir iki yosun dışında kancalara yükünü veren başka bir canlı yoktu.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *